Nerede yaşıyor olursa olsun, soydaşlarımı tanımayı, onların özellikle halk kültürlerini görmeyi çok istiyordum. Onların büyük çoğunluğu, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nde yaşadıkları için, bu ülkenin Ankara’daki Büyükelçiliği yetkilileriyle tanışmam gerekiyordu. Fiilen gazetecilik yapmam ve kültür-sanat kuruluşlarının yönetim kurullarında yer almam, SSCB bünyesindeki 15 cumhuriyetin, basın ve kültür kurumlarına ulaşmamı sağlamıştı.
Kazak Yazarlar Birliği Başkanı Olcas Süleymanov’un konuğu olarak,başkent Almatı’ya uçmuş, ertesi gün de Olcas’la buluşup, bizzat kullandığı otomobili ile Tanrıdağları’nın batısındaki Aladağ’a tırmanmıştık. Eylül ayını idrak ediyorduk ve hava serindi. Aladağ’ın doruklarında ise rüzgârla beraber kar ve soğuk vardı. Olcas, doruklarda arabadan inince ben de inmiştim, ama üşüyordum. Olcas ise, üzerinde sadece bir gömlek olmasına rağmen, dorukta bir kartal gibiydi. Sanki bıraksalar, uçacakmış gibi bir görünümü vardı. Çok etkilenmiştim. Sonra aşağıya inmeye başlamıştık. Medeo adı verilen spor tesislerini gezip görmüştük. Bu alan vaktiyle bir şahsa aitti, ama komünist sistem el koymuştu. O şahsın torunu olan bir kadın ise şimdi orada işçi olarak çalışıyordu.Burada sporcular için kamp tesisleri, buz pateni sahası, turistik bir otel, irili ufaklı restoranlar ve bir de küçük ceylan parkı bulunuyordu. “Yurt” denilen çadırlardan oluşan bir restoranda, bize tahsis edilen yurtta Olcas’la ikimiz vardık.
Onun Az İ Ya adlı eseriyle ilk kez Romanya’da karşılaştığımı ve yankılarını söyleyince memnun olmuştu. Kazak kültürünün de dilinin de üstünlüğünü yazıp yayımlıyor; Rus kültürü ve dilinin temelinde Kazak kültürünün bulunduğunu savunuyordu. Piyasaya çıkar çıkmaz 100 bin tirajın üzerine çıkan AZ İ YA adlı kitabın, Sovyet lider Gorbaçov’un talimatıyla toplatılmış olduğunu da uluslararası medyadan öğrenmiştim. Başbaşa yemek yerken Olcas, “Az İ Ya’nın devamı olan “1001 Kelime” adlı eserinin de yayınlanmak üzere” olduğunu söylemişti. Moğolistan’a giderek Orhun-Yenisey anıtlarını incelediği söylerken Rus ve Moğol askerlerinin bu anıtlar üzerinde atış talimleri yaptığını üzüntüyle nakletmişti. Moğol yazarlar birliğinden, bu anıtların korunması hususunda yardımcı olmalarını talep etmişti. “Eğer bu anıtlar Rus, İngiliz, Fransız vb.gibi milletlere ait olsaydı, en büyük müzelerde muhafaza ederlerdi” diye üzüntüsünü dile getirmişti. Sohbetimiz uzun süre bu yazıtlar üzerine olmuştu. “Gelecekte savaşlar silahla değil, kültürle olacak” diyen Olcas, Kül Tigin anıtının üzerindeki “Türk budunu” dizeleriyle başlayan tümceyi ezbere okumuştu.
Aslında jeolog olan Olcas Süleymanov, tarih ve dil ile yoğun bir şekilde meşgul oluyordu. Anılan yazıtları rahatlıkla okuyor ve anlıyordu. Kendisi gibi, yüreği Millet sevgisiyle dolu birkaç kişi ile de Orhun alfabesiyle yazışmalar yaptığını söylemişti. Örneğin Macaristanlı Kıpçak Türkü olan Mandoki İstvan Kongur ile, bu alfabe ile mektuplaşıyorlardı. Bir ara Olcas gözlerimin içine bakarak, biraz da üzgün şekilde şöyle demişti: “Arab’ın, Yahudi’nin, Ermeni’nin, Gürcü’nün, Yunan’lının, Rus’un alfabeleri var ve bugün bu alfabeyi kullanıyorlar. Ama biz…biz Türkler gün oldu Arap alfabesini, gün oldu Kiril alfabeyi kullandık. Şimdi Sovyetler Birliği’ndeki Türkler Kiril, Türkiye Türkleri Latin alfabesiyle eğitim görüyor ve yazıyorlar. Oysa bizim alfabemiz var. Neden onu kullanmıyoruz?...”
Benim için tarihi ve son derece önemli olan o buluşmamızda Olcas Süleymanov, İslâmdan önceki Türk eserlerinin Alma-Ata’da oluşturulacak bir müzede toplanacağını ve bu hususta çalışmaların yapıldığını söylemişti.
SSCB Ankara Büyükelçiliği vize verirken, belge üzerine hangi şehirleri yazmış ise, sadece oralara gidip görebilmek mümkündü. Benim vize belgemin üzerinde sadece Alma-Ata yazılı olduğu için, buradan başka bir kente gidebilmem mümkün değildi.Bu konuya değinerek Olcas Süleymanov’a, “lütfen beni Türkistan’a gönderin. Şayet Ahmet Yesevi’nin makberesine yüz sürmeden yurda dönersem; Kazakistan’a gelmiş sayılmam” demiştim. Nitekim, bu konuda gerekli vize alınmış; o ilk Kazakistan seyahatimde Türkistan şehrine de giderek, Ahmet Yesevi külliyesini görmüştüm.
Ben daha sonra iki kez daha Kazakistan’a gittim. Bu seyahatlerimin tümünü bir yaza dizisi içerisinde anlatmayı isterim…
Kazakistan Yazarlar Birliği 1934 yılında kurulmuştu. 514 üyesinin 220’si şair, 220’si yazar, diğerleri eleştirmen ve denemeciydi. Üyeler arasında 380 Kazak, 70 Rus, 25 Uygur, 11 Alman, 5 de Koreli’nin yanı sıra ayrıca Başkurt, Tatar, Kırgız, Özbek ve Türk üyeler de vardı. Birlik tarafından Yıldız, Jalın ve Prastar (Rusça) dergileri ve 100 bin tirajlı Edebiyat Gazetesi yayımlanıyordu. Yazıcı ve Jalın matbaalarını da Birlik yönetiyordu. Ve Olcas Süleymanov Bence, Türk Dünyasının en büyük yazarı idi.
Olcas 1936 yılında Alma-Ata’da dünyaya gelmişti. Ataları “Kazak İsviçresi” denilen “Yaya Musa Bölgesi”ndendi. Babası Ömer Bey Kızılordu’da süvari subayı olarak görevli iken, bir çarpışmada ölmüş, dolayısıyla Olcas öksüz büyümüştü. Annesi Fatma Hanım ise kocasının ölümünden birkaç yıl sonra, gazeteci Abdül beyle evlenmişti. Üvey babanın, Olcas’ın kişiliğinin oluşmasında önemli rolü olmuştu. İlk ve orta öğrenimden sonra girdiği Kazakistan Devlet Üniversitesi’nin jeoloji bölümünden mezun olmuş; ama sosyal bilimlere yönelmişti. Bu konuda yazdığı makalelerle dikkati çekmiş; Moskova’deki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne kaydolup, burayı da başarıyla bitirmişti. Sonraki yıllarda yayımladığı Az İ Ya (yani Sen ve Ben) adlı belgesel eseriyle Rusya’daki bilimsel çalışmaları alt-üst etmişti. Çünkü bu esere göre bir Rus kültürü yoktu ve o kültürün temelinde Kazak kültürü vardı.
Öte yandan Olcas, SSCB ve ABD’nin nükleer çalışmalarının durdurulması gerektiğini savunan “Anti Nükleer Semey-Nevada” hareketinin öncüsü olmuştu. Zira nükleer çalışmaların en büyük zararı Kazakistan’a ve ABD’nin Nevada eyaletine zarar veriyordu. Olcas’ın Türkiye’de yayımlanan ilk eseri, Cem Yayınevi tarafından çıkarılan “Fizikçi’nin Duası” adlı şiir kitabıydı. Gagarin’in uzaya gidişini anlatan “Dünya İnsanoğlu Karşısında Eğil” şiiriyle büyük bir üne ulaşmış; bu şiiri uçaklarla tüm SSCB topraklarına atılarak dağıtılmıştı.
Ama onu batıda meşhur eden en önemli eseri ise “Güneşli Geceler”di. Olcas, SSCB Parlamentosunda Kazakistan Milletvekili olmuş; 1980’de Sinema Bakanlığı görevine getirilmişti. 1971’de Kazakistan Yazarlar Birliği Sekreteri; 1983’de Başkanlığı, Asya-Afrika Yazarlar Birliği Başkanlığı, Kazakistan Satranç Federasyonu Başkanlığı gibi görevlerde bulunmuştu. Yazarlar Birliği Başkanı olduktan sonra, Birlik bünyesindeki Uygur şubesini kurmuştu. SSCB’nin dağılıp, Kazakistan’ın bağımsız bir devlet olarak dünya coğrafyasında yerini almasından sonra, ülkesinde siyasi çekişmeler olmuştu. O süreçte Olcas Cumhurbaşkanı seçilebilirdi. Fakat eski komünist Nursultan Nazarbayev, onu ülkesinden uzaklaştırdı. O gün bu gündür de Olcas, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Büyükelçi sıfatı ile kazakistan’ı temsil etmektedir.
Ben onunla Kazakistan’dan başka, Ukrayna başkenti Kiev’de ve Ankara’da da karşılaşıp kucaklaştım.