Şark Çıbanı ve Akrep Korkusu
BELLEĞİMDEN DAMLALAR - ŞARK ÇIBANI VE AKREP KORKUSU
Eskiden kamu görevinde bulunanlar için, emekli oluncaya değin, en az bir kez Şark Hizmeti yapmaları gerekirdi. Şark Hizmeti sayılan şehirler arasında Diyarbakır, pek istenmezdi, çünkü o tarihlerde şehirde yaygın olan akrep sorunu vardı ve bir de insanın yüzünde iz bırakan şark çıbanından kurkulurdu.
Bu handikapı düşünürken, bir gün Diyarbakır’a tayinim çıkmaz mı? O dönemdeki Afyonkarahisar parlamenterlerinden, akrabam olan bir generalden ve hemşehrim olan bir Cumhuriyet Senatosu üyesinden, tayinimin ya durdurulması ya da örneğin (o zamanlar şark sayılan) Merzifon gibi bir yere aktarılmasını sağlamalarını istedim, ama olmadı!
Ankara’dan saat 10.00 da hareket eden Doğu Ekspresine bildiğim zaman, hakikaten şarka gittiğime inandım. Ertesi gün saat 14.00’te varırsınız, Diyarbakır’a demişlerdi, ama ne mümkün, tam 7 saat rötarla ve tam 21.00’de Diyarbakır’a ulaşmıştım. Yol boyunca yarım metreyi aşan karla kaplı dağlar…Bomboş araziler…
Trenin restoranında oturup akşam yemeğini yerken, yandaki masanın yanına gelen bir şahıs, o masada oturan şahsa, “Sivas’tan sonra, sakın uyumayın, hırsız doludur buralar” dedi. Aldırış etmemiştim bu söze ve yemekten sonra kompartmanıma girip, kuşeti açarak yatmıştım. Gece yarısından sonra ve Sivas yakınlarında gürültü ile uyandım. Birkaç kişi, bir adamı kovalıyorlardı. Meğer adam hırsızmış, trenden atlamış, tren durmuş ve kovalayıp adamı yakalamışlardı.
03 Kasım 1966 tarihinde ayak bastığım Diyarbakır’da 24 Haziran 1971 tarihine kadar, beş yıl süreyle görev yaptım…
O tarihte Diyarbakır, 100 bini aşkın nüfusuyla ülkemizin büyük kentlerinden biri idi Kimileri bu kenti Şarkın Paris’i olarak nitelendiriyordu.
Diyarbakır’ı şehir olarak iki kısımda değerlendirmek gerekiyordu. Tarihi Surlar içinde kalan eski şehir ve modern binaların yükseldiği Yeni Şehir, yani Sur İçi ve Sur Dışı…Şehrin hareket merkezi Sur İçinde idi ve, genellikle kasaplar, manavlar gibi dükkânlar bu kesimde idi.
Şehir içi ulaşımını belediye otobüsü ve minibüleri ile sağlanıyordu.
Diyarbakır’da, yerli halk, genel nüfusun 20 si kadardı. Hakiki Diyarbakırlı’nın çok iyi insan olduğu da ilave ediliyordu ki; gerçek de öyle idi…Zira Burası kozmopolit bir yerdi ve hemen hemen Türkiye’nin her yerinden insan vardı...
Şehrin biraz kenarından akıp giden Dicle Nehri, Diyarbakır’ın can damarı idi. Zira şehri doyuran sebze ve meyve burada yetiştiriliyordu. Yine Dicle kenarında yetiştirilen bostan tarlalarında yetiştirilen karpuz, Türkiye’nen en büyük ve en tatlı karpuzu idi. 40-50 kilo ağırlığında karpuz oluyordu ve Diyarbakır’ın tanıtım afişlerinde, böylesine büyük karpuzun ortasına oturtulan çocuk resimleri teşhir ediliyordu. Ne var ki, pek çok miktarda sebze ve meyva da Adana taraflarından geliyordu.
Diyarbakır kırsalında hayvancılık yapılıyordu ve bu yüzden peynir, yoğurt, süt gibi ürünlerle, işkembe, ciğer vs gibi sakatat boldu. Ancak yaz aylarında çok sıcak olması sebebiyle Diyarbakırlı’lar, özellikle peynirleri salamura yaparak, şehrin buzhanesine koyarak, sonbahara kadar burada muhafaza ediyorlardı.
Diyarbakır’da hava, yaz aylarında çok sıcak olduğu için, sabahın çok erken saatlerinde başlayan mesai ve faaliyetler, saat 13.00’de duruyor ve sokakta çok az insan kalıyordu. Ancak güneşin batması ile birlikte, dışarıya çıkılabiliyordu; lâkin sıcakta eve kapanmak ta meseleyi halletmiyordu. Zira bütün pencereler açılsa bile, tesiri olmuyordu. Beton olan evlerin tabanları sık sık sulanıyordu; zira beton ateş gibi oluyordu.
Sevindirici bir husus ise şu idi: Eskiden pek çok olan akrep vs. gibi zehirli haşeratın kökünün kazınmış olması ve eskiden hemen herkeste çıkan ve mutlaka iz bırakan şark çıbanının da artık yok olması... Keza kolera hastalığı için de tedbir alınıyordu. Ama bütün bunlara rağmen, kışın çok pis olan şehrin içme suyu, kışın balçık halinde berbat bir şekilde yolları geçilmez yapan çamurun yazın toz olması ve şehrin sık sık sulanmasına rağmen halkın teneffüs yolları vasıtasiyle bu tozların ciğerlere dolması, insan hayatını tehdit eden başlıca unsurlardı.
1965 sayımına göre 102 bin nüfusu olan Diyarbakır’da 5 tane kapalı sinema vardı. Ordu Evi Sineması hariç, öteki sinemalarda hijyene önem verilmiyordu... Ayrıca eğlence yeri yoktu. Birkaç pavyon vardı ama, buraya pavyon bile demek doğru değildi. Bunlar tek kelimeyle birer batakhane idi. Sık sık olumsuz olayların cereyan ettiği ve cinayetlerin işlendiği yerlerdi…Şehirde en çok var olan şey kahvehaneydi, buna daha çok çayhane demek daha doğru olurdu. Zira oturur oturmaz ve müşteriye hiç sorulmadan hemen çay gelirdi, önünüze. Tabii serbestçe satılmakta olan kaçak Suriye, Lübnan vs. çayı idi, burada demlenen çay.
Diyarbakır’da kaçak olan herşeyin satıldığı bir çarşı vardı. “Meydan” derlerdi buraya. Herşey serbestçe satılıyordu. Ama buradan çıkınca, maazallah elinizdeki kaçak malı polis görürse; en azından elinizdeki mala el konurdu. Böylesine tezatlarla doluydu, Şark…Önceleri bir türlü çözemediğim gizlerle doluydu, Şarkın Parisi…