Diyarbakır'ın tarih kokan sokaklarına kulak verdiğinizde, size yalnızca taşların değil, susturulmuş hikâyelerin de fısıldadığını duyarsınız.

Diyarbakır’da bir Sur dibinde durup etrafa baktığınızda, yalnızca bezenmiş bazalt taşlarını görmezsiniz; yazılmamış, yazılmasına izin verilmemiş ya da bilinçli olarak silinmiş bir geçmişle de göz göze gelirsiniz. Çünkü tarih çoğu zaman gerçeğin değil, gücün izini sürer. Ve evet, tarih kazananların kalemiyle yazılır.

KAZANANLARIN ANLATTIĞI HİKAYELER
Yüzyıllardır savaşların, anlaşmaların, sınır çizgilerinin eksik olmadığı bu coğrafyada, kim kazandıysa onun anlattığı hikâye “resmî tarih” olmuştur. Kaybedenler ise ya dipnotlara sıkıştırılmış ya da tamamen unutulmuştur. Bir imparatorluğun çöküşü, bir halkın da hafızadan silinmesi anlamına gelmiştir çoğu zaman.

İLK OTONOM MÜHENDİSİ: EL CEZERİ
Diyarbakır ve çevresi bu durumun küçük ama çarpıcı bir özeti gibidir. Roma’dan Bizans’a, Artuklulardan Osmanlı’ya kadar pek çok devlet bu topraklardan geçti. Her biri ardında bir iz bıraktı ama hangisinin sesi bugüne daha güçlü ulaştı? Örneğin Artuklu döneminde Diyarbakır, bilim ve mimaride önemli bir merkezdi. El-Cezeri gibi bir deha bu topraklarda yetişti. Bugün onu “ilk robot mühendisi” olarak anıyoruz ama uzun yıllar boyunca bu isim, ders kitaplarında ya hiç yer almadı ya da birkaç satırla geçiştirildi. Çünkü o hikâye, merkezde yazılan tarih anlatısına tam olarak uymuyordu.

KALEM ONLARIN ELİNDE DEĞİLDİ
Yine yakın tarihe bakalım. Köylerin boşaltılması. Binlerce insanın yerinden edilmesi... Bu dönemler, resmî belgelerde çoğu zaman “güvenlik politikaları” başlığı altında anlatıldı. Peki ya göç etmek zorunda kalanların hikâyeleri? Memleket sokaklarında büyüyen çocukların, bir gecede başka bir şehre savrulan hayatların anlatısı nerede? Onlar kazanmadı, dolayısıyla kalem onların elinde değildi.

KAPALI KAPILAR ARDINDA ÇİZİLEN SINIRLAR
Ortadoğu’da sınırların nasıl çizildiğini düşünelim. Birinci Dünya Savaşı sonrası masa başında çizilen haritalar, halkların iradesinden çok galip devletlerin çıkarlarını yansıttı. Sykes-Picot Anlaşması bir belge olarak tarihe geçti; ama o anlaşmanın Diyarbakır’dan Musul’a, Mardin’den Halep’e uzanan sosyal ve kültürel bağları nasıl parçaladığı, çoğu zaman tali bir mesele gibi sunuldu. Oysa asıl tarih, tam da o parçalanmış hayatların içinde saklıydı.

BİR AĞIT BİR BELGEDEN DAHA GERÇEKÇİDİR
Tarih kazananların kalemiyle yazılır ama kaybedenlerin hafızasıyla yaşar. Diyarbakır’da dengbêjlerin anlattığı kelamlar, resmî tarihin yazmadığını söyler. Bir ağıt, bazen bir arşiv belgesinden daha gerçektir. Çünkü orada güç değil, yaşanmışlık konuşur.

HANGİ TARİH HOŞUNA GİDERSE SEÇ BEĞEN...
Belki de asıl soru şudur: Biz hangi tarihi okumayı seçiyoruz? Parlak başlıklarla sunulan zaferleri mi, yoksa isli sokakların gölgesinde kalan sessiz hikâyeleri mi? Diyarbakır ve Ortadoğu bize şunu hatırlatıyor: Tarih tek bir kalemle yazılmaz. Ama çoğu zaman, yalnızca o kalemin mürekkebi görünür olur. Gerçeği arayanlara düşen ise görünmeyeni okumayı öğrenmektir.