Bugün, ‘Ağlama bebeğim’ ile başlayan bir devrin ‘Siz yanmayın’ dediği bir veda günündeyiz… Ahmet Kaya… Aramızdan ayrılışının tam 25.yıl dönümü…
Yıllar geçti, biz şarkılarını hâlâ ‘dün gibi, dün gibi’ dinliyoruz; Saygı, sevgi ve özlemle…
1957’de Malatya’da yoksulluğun içinde doğan Ahmet Kaya, hayatın sert yanına çok erken yaşta tanık oldu. Babasının aldığı bir bağlama; onun kaderini bizim de müziğimizi ta o zaman değiştirecekti. Kendine özgün bir tarzı oluşundan hiçbir müzik kategorisi onun müziğini tam olarak yansıtamadı. Onun sanatı hep Ahmet Kaya müziği olarak gönüllerde taht kurdu. 9 yaşında babası tarafından ona alınan bağlamayı 15 yaşındaki kardeşinden 15 günde öğrenmişti o. Müziğe, sanata aşık olan bir kalbi vardı ama sanat sanat içindir diyenlere karşı ‘Yorgun Demokrat’ diyerek cevap veriyordu; haksızlığa karşı dik durmayı, derdi olanın derdini söylemeyi, sesi duyulmayanlara ses olmayı kendine görev bilen bir Anadolu sanatçısı olmayı seçti.
Ne var ki bu ülkenin en büyük sanatçılarından biri, en ağır sınavını yine kendi ülkesinde verdi.
Sahnede kurduğu bir hayal, kapalı zihinlerde ve çürük kalplerde yer edinemediği gibi bir de onlar tarafından linç edildi, tehdit edildi, yargılandı…
Nerden bileceklerdi ki Ahmet! Çürük kalpler anca yargılamayı bilirdi…
Bu yargılamaların sebebi bir ceviz kabuğunun içini bile dolduramayacak kadar önemsizdi fakat karar verilmişti bile ve bir halkın sesi, sevdiği topraklardan uzak düşerek Paris’e sürgün edilmek zorunda kaldı. Paris’ten ’Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına’ sesi yükseldi.
Ahmet, dostlara da dargındı. Nasıl olmasın yargılayıp konuşan kalpsizlerin yanında susan dostlar daha acı verdi.
O sürgün yılları aslında bir yalnızlık değil, bir sevdanın doruklara hasreti gibiydi. Yüreği hep memleketindeydi, sesi hep Anadolu’nun Diyarbakır’ın, Malatya’nın sokaklarında yankılandı. Özellikle Diyarbakır onun nezdinde ayrı bir yerdeydi. Diyarbakır da onu hep öyle bilecekti.
Çünkü Ahmet Kaya, Diyarbakır halkının nezdinde, suçu hep saz çalmak olan bir Diyarbekirli olarak anılacak…
16 Kasım 2000’de Paris’te hayata veda ettiğinde, ardında sadece şarkılar değil, büyük bir vicdan muhasebesi bıraktı.
Bugün hâlâ tartışıyoruz: Ona neden sahip çıkamadık?
Onu anlamakta, anlatmakta neden geç kaldık?
Fakat bir gerçek var ki: Ahmet Kaya’nın dediği gibi güzellikler hep sonradan biliniyor işte.
Toplumun hafızası, acısı, umudu, yarası hâlâ milyonların kalbinde; ‘arka mahallede’ aynı sızıyla dolaşıyor.
Bugün, ölüm yıl dönümünde Ahmet Kaya’yı anarken, sadece bir ustayı değil;
adaleti, özgürlüğü, cesareti ve memleket hasretini de anıyoruz.
Belki de en çok, ona yapamadığımız bir şeyi yapıyoruz:
Geç kalmış bir vefa borcunu ödüyoruz.
Ahmet Kaya tabi ki yaşayacak kalplerde değil bizatihi Ahmet Kaya’nın kendisiyiz biz!