Taziye evleri dolar, çocuklar susar, sokaklar konuşmaz olur. Herkes bilir ki bu sadece bir kavga değildir, bu bir imtihandır.
Diyarbakır’da bir kavga çıktığında sadece bir mahalle susmaz, bir şehir susar. Çünkü burada atılan her kurşun, sadece bir bedene değil; bir sülaleye, bir soyadına, bir tarihe dokunur. Ve sonra sessizlik çöker…
Son zamanlarda sıkça yaşadığımız bu olay döngüsü artık sıradanlaştı:
Önce bir tartışma, ardından bir kavga…
Silahlar konuşur, bazen canlar gider.
Sonra taziye, sonra pişmanlık…
Ve en sonunda bir düğün salonunda barış töreni...
Nasıran ve Kulya…
Taş ve Alyamaç…
Bismil’in dört ayrı ailesi…
Hepsinin hikâyesi farklı, ama sonu aynı: “Keşke en başta konuşsaydık.”
O barış törenlerinde bir şey dikkatimi çeker hep. El sıkışan ellerin titremesi, dua eden yaşlıların gözyaşı, Kur’an altından geçen çocukların gözlerindeki korku… Bu görüntüler sadece barış değil, geç kalınmış bir vicdan muhasebesidir.
Çünkü artık herkes biliyor:
Toprak pay edilir.
Mal bölüşülür.
Ama kaybedilen can, bir daha geri gelmez.
Peki bu barışlar neyi gösteriyor bize?
Aslında hâlâ içimizde bir umut taşıdığımızı.
Hâlâ büyüklere kulak verdiğimizi.
Hâlâ bir masa etrafında oturmanın, bir silahın gölgesinden daha güçlü olduğunu.
Diyarbakır'da barış, hükümetin masasında değil; taziye evinde, düğün salonunda, cami avlusunda kuruluyor. Buradaki adalet; mahkeme kararından çok, yürek onayıyla geliyor. Ve bazen en derin adalet, bir annenin “yeter artık, bitsin” cümlesinde saklı.
Şimdi kendimize şu soruyu sormalıyız:
Neden her defasında bir gencin kanı döküldükten sonra aklımız başımıza geliyor?
Neden aynı toprağın çocukları, birbirini düşman belleyecek kadar uzaklaştı?
Diyarbakır’ın sokakları çok şey gördü.
Kavga da gördü, barış da…
Ama artık bu şehir bir şey daha istiyor:
Önce konuşmayı, sonra susmayı, ama hiçbir zaman silaha sarılmamayı.
Çünkü biz zaten aynı taziye evinde oturuyoruz.
Aynı çayı içiyoruz, aynı mezarlığa gömülüyoruz.
O halde neden bu kadar geç anlıyoruz:
Aslında biz, aynı hikâyenin çocuklarıyız.