Türkiye’de Türk ve Kürt, yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşıyor. Ama gerçekten birlikte mi, yoksa sadece yan yana mı?
Birlikte yaşamak bazen aynı sofraya oturmak değildir. Aynı dili konuşmak da yetmez, aynı acıyı hissedemiyorsan.
Kürtler bu ülkede hep oldu.
Ama bazen kimliksiz, bazen sessiz, bazen görmezden gelinerek.
Bir Kürt çocuğu okulda anadilini unuttuğunda, bu bir entegrasyon değil, bir yok oluş hikayesidir.
Bir Türk çocuğu televizyonda Kürtlerin sadece haber bültenlerinde ve çatışma sahnelerinde geçtiğini gördüğünde, bu bir tesadüf değil, bir anlatı inşasıdır.
Yan yana yaşıyoruz, evet.
Aynı otobüse biniyoruz, aynı pazardan alışveriş yapıyoruz.
Ama bir Kürt gencinin içindeki sıkışmışlık, bir Türk gencinin radarına girmiyor.
Bir Türk genci memlekette "birlik ve beraberlik" derken, bir Kürt genci bunu "ben olmadan biz" gibi duyuyor.
Birlikte yaşamak, acıları bölüşebilmektir.
Roboski’de, Sur’da, Van’da dökülen gözyaşına eşlik etmeyen bir kardeşlik, sadece anayasal bir beraberliktir.
Ve evet, susuyoruz.
Türkler, devletin gölgesinde huzurun bozulmamasını istiyor.
Kürtler, seslerini yükseltmenin bedelini çok iyi biliyor.
Ortada bir diyalog değil, bir sessizlik var.
Ve bu sessizlik, barışın değil, korkunun sessizliği.
Artık sormamız gereken şu:
Bu suskunluk bize ne kazandırdı?
Ne Türk rahatladı, ne Kürt kendini güvende hissetti.
Şehirler yandı, yürekler yandı, ama bir kelime konuşulmadı.
Gerçek birlikte yaşam, cesaret ister.
Konuşma cesareti. Dinleme cesareti. Anlama cesareti.
Ve bazen en çok da kendi önyargılarınla yüzleşme cesareti.
Belki çok geç değil.
Bir Türk, bir Kürt’ün hikâyesini anlamaya niyet ederse…
Bir Kürt, öfkesini kelimelere dökme imkânı bulursa…
İşte o zaman yan yana susmaktan, birlikte yaşamaya geçebiliriz.
Çünkü biz bu ülkenin iki yarısı değiliz.
Biz bir bütünüz.
Ama bu bütün, ancak hakikatle kurulur.