Diyarbakır… Peygamberler, sahabeler şehri. Taşın bile konuştuğu, surların tarih fısıldadığı, komşunun komşuya "nasılsın" demeden geçmediği o kadim memleket.

Ama bugünlerde yüzümü nereye dönsem, o kadim yüzü değil, kanayan bir yarayı görüyorum. Önüme düşen haberlere bakıyorum; utanıyorum. Okurken boğazım düğümleniyor, "Bu biz olamayız" diyorum. Ama maalesef biziz.

Son birkaç günde okuduğumuz haberlere bakın Allah aşkına…

Biri tahliye oluyor, "özgürlüğüne" kavuştuğu ilk an gidip eşini ahırda katlediyor. Bir diğeri, bir canı, bir kadını çöp poşetine sığdırıp bir kenara atıyor. Öbürü namaz kılarken, alnı secdeye gitmişken, en savunmasız ve Yaradan’a en yakın olduğu anda...

Biz ne ara bu hale geldik?
Biz ne ara merhameti, vicdanı, Allah korkusunu geçtim; insan olmayı unuttuk?

Eskiden Diyarbakır’da "ayıp" diye bir kavram vardı, "günah" diye bir fren vardı. Bir kadına el kaldırmak şurada dursun, ses yükseltmek bile "Diyarbakır Beyefendisi"ne yakışmazdı. Şimdi ise haber başlıklarımız "çöp poşeti", "kurşunlanan evler", "aile içi infazlar" ile dolup taşıyor.

Toprak artık yoruldu. Bu şehir, bağrına evlatlarını, analarını, babalarını kefensiz, duasız, vahşice gömmekten yoruldu.

"Namus" diyorlar, "Töre" diyorlar, "Husumet" diyorlar… Hiçbir kelime, bir kadını çöp poşetine koyup atmanın vahşetini örtemez. Hiçbir bahane, seccade başındaki bir kadını vurmanın günahını hafifletemez. Aşiretler toplanıp barış kararları alıyor, evet bu kıymetlidir, kanın durması elzemdir. Ama asıl barışı biz kendi vicdanımızla ne zaman yapacağız?

Sokaktaki o sert beton binalar ruhumuza mı sirayet etti? Yoksa o binaların gölgesinde kalan insanlığımız mı çürüdü?
Bir ev kurşunlanıyor, nedeni "ortaya çıkıyor" ama giden huzurun nedeni bulunamıyor. Sır perdeleri aralanıyor, altından kapkara bir aile faciası çıkıyor. Ve biz, Diyarbakır’ın o güzel insanları, sadece izliyoruz. "Vah vah" deyip geçiyoruz.

Geçmeyelim efendiler, geçmeyelim.
Bu cinayetler, bu vahşet, Diyarbakır’ın mayasına terstir. Bu topraklar sevgiyle yoğrulmuştur, kanla değil. Eğer bir adam, eşini ahıra kapatıp öldürebilecek kadar gözünü karartmışsa, orada sadece o adam suçlu değildir; o zihniyeti besleyen, o öfkeyi büyüten, şiddeti sessizce onaylayan o toplumsal sessizlik de suçludur.

Sur’un taşları ağlıyor. Dicle küskün akıyor.
Artık silkinip kendimize gelmemiz lazım. Yoksa bu gidişle övündüğümüz o "kadim kültürden" geriye, sadece üçüncü sayfa haberlerine konu olan, ruhunu kaybetmiş bir şehir kalacak.

Diyarbakır bunu hak etmiyor. Biz bunu hak etmiyoruz.