Doğu ile batıyı birbirine kardeşçesine bağlayan, Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kalbi. Zorlu, zahmetli coğrafyasıyla, bereket fışkıran topraklarında kervanların tüccarların buluşma noktası.
İpek yolu, baharat yolları, doğudan gelen narin ve zarif kumaşların kervanlarını taşıyanlar. Diyarbakır’ın altın çağı, zengin bir ticaret ağı. Düşünün kervanlar develerin sırtında gece kayan yıldızların altında, ayın her evresine hilâlden dolunaya uzanır yolculuklar, sabahın seher yeli ile dertleşir kervanlar ‘Beklemeye tahammülüm kalmadı. Bir an önce yâre var seher yeli’ der şair mısralarında. Öyle çok özlenir ki; insanlık tarihinin çok eski dönemlerine ev sahipliği yapan Diyarbakır’a hasretle bekleyenlere kavuşmak için yol alır develerin sırtında on iki bin yıl önce insanlığın başladığı yerlere.
Şehir Mektuplarında rastlamıştım Sülüklü Hana. Harabeye dönüşmek üzereyken, alınan restorasyon kararı ile günümüze kadar uzanan izlerine. Geçmişte ticaretin yoğun olduğu Diyarbakır’da hanların sayısının bu kadar fazla olmasının anlamını daha iyi kavrayabiliyorum. “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağar atasözünün değer kazandığı eskiye rağbetin halen geçerli olduğunu” ispat edercesine dimdik ayaktaydı geçmişin rengiyle Sülüklü Han.
İşte ben de tam bu ruh hali ile çıktım yola. Haber Müdürüm Fatih Suruç’un Sülüklü Hana uğrayın deyişiyle.
Mayıs ayında henüz yeni yeni başlayan sıcaklarda, Diyarbakır’ın dünyada bir eşi benzeri olmayan kadim surlarının gölgesinde, baharat, kahve kokusunun dar sokaklara yayıldığı çarşı içinde Kör Yusuf Baharatçısından devam edip, demirci esnafının bulunduğu dükkanların arasında gezindim tarihin tozlu sayfalarında. Metropol şehirlerde bulamayacağınız zıtlıkların kardeşçe bütünleştiği birbirine gülümseyen insanlar, kapılar, duvarlar ve göz alıcıdır bakır bilezikler.
Vuslat için gece gündüz yol alan kervanların kavuştuğu gibi ben de kavuştum arzu ettiğim Sülüklü Hana. İnsanlığa mesaj verir gibiydi şairin duvarda asılı duran şiiri ‘büyük bir ciddiyetle sincap gibi yaşayacaksın mesela’. Hemen karşısındaki tabela insanlık tarihinin çok eski dönemlerine ait olduğunu ispat edercesine duruyordu karşımda.
İpek yolunun önemli duraklarından biri olan Diyarbakır’da Sülüklü Han, farklı coğrafyalardan gelen, tüccarların konakladığı, mallarını depoladığı ve ticaretlerin gerçekleştiği önemli bir nokta. Kare avlunun ortasında şemsiye gibi tüm avluyu gölgeleyen dut ağacının altında, taşın sessizliğinde bir fincan kahve yudumlamak, Diyarbakır’ın ruhunu hissederek tarihe, geçmişe yol almak, eşsiz bir deneyim sunar insana. Sülüklü Han ismi ise avlusundaki su kuyusundan çıkan sülüklerin etrafa yayılmasından, bir dönem hekimler tarafından kuyudan sülük çıkarıldığı bilindiğinden halk tarafından bir şifahane olarak adlandırılmasından kaynaklıdır. Geçmişte üç katlı olan han, günümüze tek kat olarak ulaşabilmiş, restorasyondan sonra halka açık bir mekan kafeterya olarak kullanılmakta. Üst katları dinlenme odası ya da sülük tedavisi için gelenlerin konakladığı, alt depoların ise hayvanların barındığı yer olarak hatırlanan Sülüklü Han, Kurtuluş savaşı sırasında ise süvarilerin bir karargâhı olarak kullanılmıştır. Siyah bazalt kara taşlar, Kim bilir ne hikâyeler saklı tutar. ‘Bir kova su getir Sülüklü Han’ dan, aman dikkat et atların, eşeklerin arasından geçerken, çitme tekme yeme’ belki de köyden, kırsal kesimden gelenlerin konaklama amacı ile hayvanlarını avlusuna bıraktığı, “Dicle nehrinin Soğukpınar dedikleri yerden kum çeken eşekleri, katırları boyunlarında takılı olan çanlar çalarak aheste aheste kervan olup güzergahlarını tamamladıktan sonra” soluğu Sülüklü Han’ da alıyordu belki de köşedeki lastik tamircisinin varildeki suyu bitince çırağına ‘Sülüklü handaki tulumbadan su al gel’ deyişini duyabilirsiniz geçmişten gelen fısıltılarda. Sülüklü Hanın avlusundaki sarı pirinç tulumbadan su ihtiyaçlarını sağlardı, civardaki çarşı içi esnafı Yemeniciler, Demirciler ve Yoğurt pazarı. Sık kullanımından dolayı da sık sık arıza yapar, demirci esnafı parasız tamir ettirip yeniden kullanırdı antika su tulumbasını, şimdi yerinde olmasa da zihinlerde anıları var. ‘Yemenicilik mesleği ile uğraşanlar, yemenilerin tabanları dikilmeden önce, glasaların kuruması için bir müddet güneşte bekletilmeleri gerekince, glasalarını Sülüklü Han’ın toprak damına sererlerdi. Bahar aylarında damda çıkan papatyaların arasına bir kürsü atar, Sülüklü Han’ın hareketli yaşamını seyrederdim. Öğlene doğru ise glasalara damda bekçilik yaptığımdan, bu hizmetimin karşılığında, Sülüklü Han’a çok yakın olan Yoğurt pazarındaki Kebapçı Ali Ustanın Lüle Kebabı gönderilirdi. Bakır bir tepsi içerisinde, yanında ince kıyılmış taze soğan, Mecit Ağa fırınından çıkmış cilalı sıcak çakıl ekmeği ile iştahla yerdim ‘ der Halil Ötük mektuplarında. Atmosferi ve otantik havasıyla, etnik müzikleriyle, dut ağacındaki kuşların senfoniside katılır her türden birbirinden farklı insanların sohbet edişi, kalbimi 12’ den vurur. Kahvesi ayrı güzel, mayhoş aromalı bir dilim peynir ve Süryani kokteyl, gül, yabani erik, karadut, reyhan şerbeti denemeden dönülmemeli. Sülüklü Han İstanbul’ da olsa kapısında kuyruk olurdu. Bir İstiklâl havası bir Cihangir havası var, Sur içi gezi sonrası es vermek için uygun bir mekan plakta Luigi Rubino Before Love Bulutların ardında gözlerindeki ses anlatıyordu Sülüklü Hanın geçmiş ile gelecek buluşmalarını.