Aralık ayının ortasındayız. Güneş, sanki Sur’un kara taşlarını ısıtmak istercesine cömert bugün. Diyarbakır’ın havası bile artık eski “zemheri” kışları gibi değil; tıpkı insanı gibi… Ne tam soğuk, ne tam sıcak. Arafta.

Şehrin gündemine baktığınızda Diyarbakır yine kendine has hâliyle karşınızda duruyor:
Bir yanda umut, bir yanda utanç, bir yanda heyecan…
Burası tezatların başkenti.
Belediyenin duyurduğu Mezopotamya Kent Parkı çalışması umut verici. Yeşile, toprağa, nefes alacak bir karış alana hasret kalmış bu beton şehirde elbette kıymetli bir adım. Alkışlıyoruz.
Ama sormadan da edemiyoruz: Biz ne ara nefes alabilmek için “dev projelere” muhtaç hale geldik?
Eskiden her evin avlusu bir parktı.
Her sokağın başında bir ağaç gölgesi, her kapı önünde bir muhabbet vardı.
Hevsel’in kokusu şehre yetmez miydi?
Bugün milyonlar harcayıp yapay cennetler kuruyoruz. Çünkü gerçek cenneti; o avlu kültürünü, o komşuluğu, o insan sıcaklığını çok katlı binaların temeline gömdük. Parklar yapalım elbet…
Ama o parklarda yürüyecek insanı, ağacı incitmeyecek nesli koruyabiliyor muyuz?
Tam da bu sorular zihnimizdeyken, yüreğe dokunan o diğer haber geliyor:
Şehirlerarası bir otobüste 3 kilo metamfetamin yakalanıyor.
Narkotik ekiplerini tebrik ediyorum.
Ama içim yanıyor.
O ele geçirilen sadece bir madde değil. O zehir; Diyarbakır’ın gençliğine, delikanlılığına, edebine, hayasına doğrultulmuş bir saldırıdır. Biz parklar inşa ederken, birileri o parklarda oturacak gençlerin damarlarına ölümü zerk etmenin peşinde.
Şehri imar ediyoruz ama nesli ihmal ediyoruz sevgili okur.
Duvarları yükseltiyoruz; vicdanı, ahlakı ve koruyuculuğu alçaltıyoruz.
Taşa ruh veren bu şehir…
Umarım kendi ruhunu betona ve zehre kurban etmez.
Çünkü şehirler binalarla değil, korunmuş insanlarla ayakta kalır.