Diyarbakır sadece taş değil, ruh taşıyor. Hem de ev hissi veren bir ruh, bir yabancı gibi girip ev sahibi gibi hissettiren şehir…

Diyarbakır’ı hâlâ “köy” sananlar var. Ama Sur’un dar sokaklarında yürüyüp, sabahın serinliğinde ciğer dumanlarının peşinden bir tabureye oturduklarında bu düşünce dağılır. Çünkü bu şehir sadece taş değil, ruh taşıyor. Hem de ev hissi veren bir ruh.

Ben buralıyım. Ama her defasında bir misafir gibi yeniden tanıyorum Diyarbakır’ı. Çünkü burada tarih, sadece müzede değil; kaldırım taşında, bir duvar yazısında, bir çay bardağındaki kaçak çayda yaşar. Gelen turist de bunu fark ediyor. 

Birçok kez duydum: “Sanki evdeyim, burası başka.” Samimiyet, sıcaklık, özellikle Sur içindeki gündelik hayatla birleşince insanlar kendilerini buraya ait hissediyor. Tanımadığın biriyle üç dakika içinde çay içmeye başlatan bir yer burası.

Yabancı turistlerin gözü ise başka bir katmanı görüyor. Ulu Camii mesela… Onlar sadece İslam’ın değil, çok daha eski uygarlıkların izini arıyor. Kimi güneş tapınağının taşlarına, kimi eski bir kilisenin gölgesine bakıyor. 

Hepsi birleşince Ulu Camii onların gözünde bir kozmopolitliğe dönüşüyor: üç inancı, üç zamanı, tek bir yapıda görmenin hayranlığı. Ve sonra kendi ülkelerinde olmayan bu katmanlı geçmiş karşısında saygıyla susuyorlar.

Belki de Diyarbakır’ın sırrı bu. Gelenin ön yargısını kıran, ona ev sahibi gibi hissettiren, geçmişiyle övünürken bugünü tartıştıran bir şehir olması. 

Adına ister “Doğunun Paris’i” deyin, ister “Mezopotamya’nın Kalbi”. Ama her gelen burada bir şey bulur. 

Ve her giden, biraz burada kalır.